Retorik hegemonya karşısında muhalefetin vertigodan çıkışı mümkün mü?

“`html

Yektan Türkyılmaz & Ali Yaycıoğlu [1]

14 ve 15 Ağustos tarihlerinde Yeni Arayış platformunda yayımlanan yazılarımızda, Avrupa’da gözlemlenen yükselen sağcı ve popülist otoriter hareketleri irdeleyerek, Türkiye’nin bu eğilimlerin dışına çıktığını ortaya koymuştuk. Türkiye’deki sol partilerin, özellikle CHP, DEM Parti ve TİP’in, Mart 2024 seçimlerinde toplam %43,5 oy oranı ile Cumhuriyet tarihi boyunca en yüksek “sol oy” oranına ulaşması dikkat çekici bir gelişmeydi. Bu durumu analiz etmenin önemli olduğunu belirtirken, CHP ve DEM Parti ile ilgili bazı gözlemlerimizi de paylaştık.

Ayrıca, Türkiye’nin 20 yılı aşkın AKP yönetimi ve 2013 sonrası dönemde inşa edilen sağcı, otoriter ve güvenlik odaklı rejime karşı görülen tepkilerin daha belirgin hale geldiğini ifade etmiştik. Bu tepkilerin, ekonomik adalet, toplumsal adalet ve sekülerizm konularında yoğunlaştığını vurguladık. Henüz bu eğilimlerin tam anlamıyla toplumsal bir harekete dönüşmediğini belirtsek de, Türkiye’deki otoriter eğilimlere karşı durabilecek en önemli dinamik olduğunu öne sürdük. Bu bağlamda, CHP, DEM Parti ve TİP’in bu bilinçle hareket etmesi önem kazanıyor.

Söz konusu yazılarımızda, herhangi bir siyasal ittifak önerisi sunmamış, bu üç partinin ideolojik verilerini sorgulamamamızı tercih etmişiz. Evrensel sol hareketlerin post-liberal bir dönemde dönüşüm geçirdiği varsayımıyla, bu tür tartışmalardan bilinçli olarak uzak durduk.

Ağustos Sonrası Gelişmeler

Ağustos ayından bu yana Türkiye’de kayda değer gelişmeler yaşandı. CHP ve AKP arasında süregelen “normalleşme” girişimlerini yakından takip ettik. Bu durumun muhalefet açsısından ne kadar başarılı olduğuna dair tartışmalar devam ediyor. Gözlemlerimize göre, Bu yumuşama çabaları, Erdoğan ve Bahçeli yönetimlerinin yaşadığı krizi hafifletmeye yönelik bir noktaya evrildi. Derinleşen ekonomik buhran sürecinde, AKP’nin daha sert tedbirler almak zorunda olduğu bir dönemde CHP’nin normalleşme çabasına devam etmesi, yükselen ekonomik adalet taleplerini bastırmaktan öte bir etki yaratmadı. Ancak CHP’nin bu girişimlerinin kendi tabanını büyütme konusunda nasıl sonuçlar doğuracağını henüz tam olarak görebilmiş değiliz.

Bunların yaninda, Türkiye ile İsrail arasında muhtemel bir çatışma yaşanabileceği yönünde kaygılar dile getiriliyor. Bu gibi jeopolitik gelişmelerin önemi yadsınamazken, özellikle ABD’deki seçimlerin etkileri ve Suriye’de yaşanan gelişmelerin, Türkiye’nin stratejik konumunu önemli ölçüde etkileyeceği öngörülüyor.

Türkiye siyaseti bu duraklama dönemini yaşarken, Devlet Bahçeli’nin geçtiğimiz ay yaptığı bir çıkış dikkat çekici. Bahçeli, Abdullah Öcalan’ın rolünün tartışılması gerektiğini ve “terörün” sona ermesine yönelik yeni bir yaklaşımın benimsenmesi gerektiğini belirtti. Bu bağlamda, DEM Parti’nin Öcalan ile diyalog kurmasının önemini vurguladı. Bahçeli’nin, kendisi ve partisi açısından riskli olan bu çıkışı, Erdoğan ile mi yoksa içindeki başka güç odaklarıyla mı planlandığı tartışmalara yol açıyor.

Devlet Bahçeli, son 25 yıl içinde Türkiye’nin siyasi dinamiklerinde etkili bir aktör olarak adından söz ettiriyor. AKP’nin iktidara gelmesi, Bahçeli’nin öne çıkışıyla gerçekleşti; daha sonra, Cumhurbaşkanlığı sisteminin uygulanması ve muhalefetin alanının daraltılması süreçleri Bahçeli’nin liderlik rolü ile şekillendi. Şimdi de Bahçeli’nin Öcalan üzerinden gündeme getirdiği yeni yaklaşım kamuoyunun dikkatini çekiyor.

Bahçeli’nin Kürt sorununu “terörün sona ermesi” perspektifinde ele almasındaki kurgulamanın, rejim ile Kürt hareketinin arasında yeni bir ilişki tasarımına zemin hazırladığı anlaşılıyor. Bahçeli’nin önerisinin, Kürt hareketini, rejimin istikrarı için bir araç hâline getirmeyi hedeflediği düşünülüyor. Ancak bu öneri, 2013 dönemindeki olumlu duyguların yerini büyük ölçüde şüphe ve kaygıların aldığı bir ortamda karşılık buluyor. Yine de Bahçeli’nin çıkışı, bazı çevrelerde bir umut ve beklenti yaratmış durumda.

Erdoğan ve Bahçeli’nin “yumuşama” girişimlerinin CHP ve DEM Parti liderlikleri tarafından nasıl algılandığı, bu muhalefet partilerinin rejimle olan ilişkilerine dair önemli ipuçları sunuyor.

Bu yazıyı, ortaya çıkan bu karmaşık konjonktürde kaleme alıyoruz. Şu an geldiğimiz noktada, Bahçeli’nin mimarlığını üstlendiği Erdoğan rejiminin niteliğini ve muhalefetin bu rejime karşı nasıl bir tutum takındığını incelemek istiyoruz. Türkiye siyaseti, önemli bir eşik aşarken, bu dinamiklerin geleceğe olan yansımalarını tartışmak kritik bir sorumluluk taşıyor.

Erdoğan’ın Otoriterleşme Süreci

Yaşanan gelişmelere rağmen, Bahçeli’nin desteklediği Erdoğan yönetimi, kesintisiz bir otoriterleşme sürecine devam ediyor. 14 Mayıs 2023 seçimlerinin ardından, rejimin özgüvenine yönelik 31 Mart yerel seçimleri büyük bir darbe vurdu. Ancak geçmiş dokuz ay içerisinde muhalefetin (özellikle CHP ve DEM Parti’nin) toplumsal adalet ve sekülarizm talepleri etrafında etkili bir mücadele alanı oluşturduğunu söylemek güç. Rejim, 31 Mart sonrası yaşadığı şokun ardından yeni manevra alanları oluşturarak, daha da derinleşme yolunda adımlar atmaya başladı.

Konsolidasyon ve Destabilizasyon İlişkisi

Mevcut rejimin niteliği üzerine tekrar düşünmek zorundayız. Muhalefetin toplumsal destek kaybı ve rejim içindeki çatışmaların yetersiz analizleri, otoriterleşmenin neden olduğu gerilemenin önünü kapatıyor. İlk olarak şunu sormalıyız: Erdoğancı otoriterleşmeyi nasıl kavrayabiliriz? Bu konudaki analizler, iki temel yaklaşım çerçevesinde şekilleniyor: Konsolidasyon ve destabilizasyon.

Konsolidasyon tezi, Erdoğan’ın liderliğindeki rejimin demokratik geri dönüşün imkânsız bir düzeye geldiğini savunuyor. Bu tez, mevcut sistemin kalıcı bir yapı kazandığını öne sürerken, bu yaklaşımın muhalif analistlerce farklı kavramlarla ele alındığını görmekteyiz.

Öte yandan, yazılarımızda bu tezlerin yetersizliklerine değindiğimiz gibi, mevcut rejimin istikrarsız olduğunu, yeni bir sistem oluşturacak kadro ve vizyondan yoksun olduğunu da ifade ettik. Türkiye’nin geçirdiği ekonomik bunalım koşulları, mevcut otoriter yönetimin etkisini zayıflatıyor.

Daha da önemlisi, mevcut yönetimin söylem sürekliliği (continuum) konusundaki esnekliği dikkat çekiyor. İktidar bloğu, çoğu zaman birbirine zıt tabanlarda farklı söylemlere imza atabiliyor. Bu tutum, muhalefetin iktidarın tutarsızlıklarını görmezden gelmesine yol açıyor, bu da etkin bir muhalefet oluşturmayı zorlaştırıyor.

Üçüncü olarak, hükümetin söylediklerini yalanlama gücü ise kafa karışıklığı yaratıyor. Yapılan sürekli şok ve söylem değişiklikleri, muhalefetin yeniden anlatım geliştirmesini güçleştiriyor. Her yeni hamle sonrasında yaşanan belirsizlik ve amnezi durumu, otoriterliğin evrimini inkar eden bir algının oluşmasına sebep oluyor.

Sonuç olarak, yukarıda belirttiğimiz nedenlerle muhalefetin mevcut durumu kavramsallaştırmadaki zorlukları göz önüne almalıyız. Bu durumu etkili bir şekilde aşmanın yolu, mevcut otoriter yapının yarattığı algı ve yaratıcılık ile başa çıkmaktan geçmektedir. CHP ve DEM Parti’nin, toplumsal desteğini kaybetmiş bir iktidara karşı nasıl bir tavır alacağı, bu sürecin seyrini belirleyici bir etken olacaktır.

Sonuç

Sonuç olarak, yukarıda tartıştığımız argümanları özetlemek gerekirse, Erdoğan yönetiminin toplumsal desteği büyük ölçüde zayıflamasına rağmen, ittifakın devlete hâkimiyeti ve geliştirilen retorik stratejiler, bu rejimin ayakta kalmasını sağlıyor. Muhaalefetin bu durumu anlaması, onun etkin bir karşı strateji geliştirmesi için kritik bir aşama oluşturuyor.

Muhaalefetin sürdürülebilir bir değişim için daha radikal bir gelecek vizyonu ve eylem planı sunması önemlidir. Bu süreç, rejimi kavramsallaştırmak, retorik dinamiklerini aşmak ve muhalefetin içindeki farklı seslerin gücünü birleştirmesiyle mümkündür.

***

Bu yazıyı kaleme aldığımızda, Türkiye ve Suriye’de uzun vadeli ve yapısal etkileri olabilecek önemli gelişmeler yaşanmaktaydı. Bahçeli’nin açılımı etrafındaki tartışmalar sürerken, Halep’in HTŞ ve ÖSO güçleri tarafından hızla ele geçirilmesi, Suriye’deki durumu kritik bir noktaya taşımaktadır. Türkiye’nin müdahil olduğu bu yeni süreç, Orta Doğu’da önemli belirsizlikler yaratmaktadır.

1990’ların ardından özellikle Erdoğan yönetimleriyle birlikte Kürt meselesindeki çözüm arayışları, siyasi sistemdeki ilk sarsıntılara yol açtı. 2013-2015 çözüm süreciyle yaşananlar, mevcut iktidarın Kürt sorununu çözme çabalarının geriye dönüşü yeniden ateşleyebileceğini net bir biçimde göstermiştir. Suriye’deki yeni gelişmeler ise, Türkiye’nin Suriye’deki etkinliğini artırırken, aynı zamanda Türkiye’nin iç politikasında ciddi değişimlere de yol açabilir.

***

Yazıyı tamamladıktan hemen sonra, Esad rejiminin çöküşüne ilişkin haberler geldi. Suriye’deki mevcut durum, belirsizlik içinde bir dönem başlatarak, Türkiye ile Suriye arasındaki sınırın ortadan kalkmasına neden oldu. Gerçekten de iki ülke, birbirlerinin iç dinamikleriyle iç içe geçmiş durumda. Suriye’deki durumun geleceği, Türkiye’nin hem siyasi hem de toplumsal yaşamını ciddi bir biçimde etkileyecek gibi görünüyor.


[1] Dr. Yektan Türkyılmaz, Viyana’daki Orta Avrupa (Central European) Üniversitesi, Doğu Akdeniz Çalışmaları Merkezi’nde kıdemli araştırmacıdır.

Prof. Dr. Ali Yaycıoğlu, Stanford Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi, İslam & Orta Doğu Çalışmaları Programı direktörü ve Gazete Oksijen köşe yazarıdır. Bu metnin yazımında katkı sunan Murat Sabuncu ve Dr. Tuğçe Erçetin’e teşekkür ederiz.

“`

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir